Bilinmeyen Şaheser – Balzac – Kitap Analizi – 1831

Honore De Balzac – Bilinmeyen Şaheser/ Gizli Başyapıt

Balzac, Bilinmeyen Şaheser kitabının dahiyane yazarı… Tam adıyla Honore De Balzac. Kendisi Bilinmeyen Şaheser kitabında gerçekten de bir şaheser ortaya koymuş durumda. Zira, okudukça anlamlanan, anlamlandıkça karmaşıklaşan, karmaşıklaştıkça güzelleşen bir yapıt.

Bilinmeyen Şaheser

Her Sanatçı Balzac‘ın Bilinmeyen Şaheser‘ini Okumalı

Evet her sanatçı/sanatçı adayı okumalı; çünkü derin sorgulamalar arasında kaybolacağınız, doğrularınızdan şüphe edeceğiniz, belki de sizi düşünsel bir savaşa sokacak bir kitap Bilinmeyen Şaheser. Bu da, insana çok daha dinamik bir katkı sağlıyor ve bizleri, o altın kafeslerimizden bir anlığına çıkarıyor.

Her sanatçının, özellikle her ressamın okuması gereken, hatta yalnızca okumayıp, üzerinde düşünmesi, irdelemesi gereken bir kitaba imza atmış Honore De Balzac. Çok kısa olmasına rağmen etkisi büyük, analizleri kuvvetli. Kabul edilmişlere saldıran Üstad Frenhofer sizi hem büyüleyecek, hem de kafanızı epey karıştıracak.

Bende, kitabın Deborah A. Harter’in Önsözü üstlendiği, Eric Gans’ın Sonsözü ile bitirdiği, Renan Akman çevirili, Pablo Picasso’nun gravür ve resimleriyle taçlandırılmış bir baskısı var. Honore de Balzac’ın Bilinmeyen Şaheser’i ya da Gizli Başyapıt’ı ‘’Le Chef-d’œuvre inconnu’’ gelin bu gizemli yapıtı birlikte inceleyelim.

Balzac’ın Bilinmeyen Şaheser‘inde bize eşlik edecek beş karakter mevcut.

Bilinmeyen Şaheser – Karakterler

FrenhoferBilinmeyen Şaheser’in hem deliliği hem de bilgeliği arasındaki ayrımı, çok ince bir zerafetle bizlere sunduğu yaşlı karakteri.
PorbusGenç ve çok yetenekli bir ressamdır.
Nicolas PoussinHenüz yeniyetmedir ancak çok yetenekli bir ressamdır.
GilettePoussin’in kusursuz sevgilisidir.
MabuseFrenhofer’in ‘’Ah Mabuse, ah üstadım, sen bir hırsızmışsın, giderken hayatı da yanında götürmüşsün meğer!’’ diyerek tatlı bir sitemde bulunduğu hocasıdır.

Bilinmeyen Şaheser daha çok Üstad Frenhofer üzerine yoğunlaşıyor. Yaşlı ustanın anlamsal arayışları ve tereddütleri üzerinden, mükemmel eseri üretme evresindeki doğum sancılarını, derin analizler ve öğretiler ile anlatıyor.

Ben incelemeye kitaptan alıntılarla başlayıp devam edeceğim. Her biri bir ders niteliği taşıyan bu satırlar ufkunuzu açacak.

Frenhofer, Porbus’ün atölyesini ziyareti sırasında genç Nicolas Posussin de Porbus’ u görmek için gelmiştir, o sırada ihtiyar Poussin’in gözüne ilişir merdivenlerde karşılaşan ihtiyar ve Poussin içeri beraber girerler. Ortalığı seyreden ihtiyar Mısırlı Meryem’e bakarak.

Porbus’e ‘’Azizen hoşuma gidiyor’’ der.

‘’Bunun için sana kraliçenin verdiğinden on altın ekü fazlasını verirdim, ama onunla rekabete girmek mi? Allah Muhafaza!’’

‘’Demek onu iyi buluyorsunuz?’’    

İhtiyar, ‘’Öhö Öhö!’’ yaptı. ”Íyi mi Hem evet hem hayır. Senin kadıncağız fena kotarılmamış, lakin yaşamıyor. Sizler bir figürü doğru çizip her şeyi anatomi kurallarına göre yerli yerine oturtunca işinizi bitirdiğinizi sanıyorsunuz! Şu yüz hattını, paletinizdeki önceden karılmış bir ten rengiyle, bir tarafı diğerinden koyu tutmaya özen göstererek boyuyorsunuz ve arada bir, bir masanın üzerinde ayakta duran çıplak bir kadına baktığınız için doğayı kopya ettiğinizi sanıyor, ressam olduğunuzu, Tanrı’nın sırrını çaldığınızı hayal ediyorsunuz!.. Bırrr! Sözdizimini eksiksiz bilmek, dil hataları yapmamak büyük bir şair olmaya yetmez.’’

Şimdi burada küçük bir ara verelim. Bu pasaj benim için gerçekten önemli, bu nedenle sizlerle de paylaşmak istedim, Peki Honore De Balzac, bir ressam olmamasına rağmen, Bilinmeyen Şaheser’de nasıl da böyle derinden hissedip, yazabiliyor?

Aslında benim de karşı durduğum bir anlayışı güzelce yerden yere vuruyor Balzac. Biz insanlar -hele de artık- bir şeyleri, yapmak için yapıyor, yalnızca belirli dogmalar doğrultusunda, herhangi bir arayışa girmeden bir şeyler üretme çabasına giriyoruz, Zira bu durum başka birinin üretme çabasını taklitten öteye gidemiyor. Kendimize olmuşlar arasından en güzelini seçiyor, işte bu! Ben bu olacağım diyoruz. Peki neden? Neden apayrı bir şey olmak varken olmuşluğa meyil ediyoruz. Hali hazırda önceden yapılmış, yani mümkünlüğü şüpheye mahal vermeyen bir şeyin peşinde olmak, bazı şeyleri daha garanti kılıyor olabilir mi?

Yani konfor alanımızdan çıkmaya çabalarken bile, rahatlığı denenmiş başka konfor alanlarına küçük bir zıplama yapmayı mı hedefliyoruz?

‘’Sözdizimini eksiksiz bilmek, dil hataları yapmamak büyük bir şair olmaya yetmez.’’

Özellikle bu söz bütün bir safyayı özetliyor aslında, Piyano çalmayı bilen herkes, doğru notaya basabilir. Peki öyleyse Mozart’ı Mozart yapan şey neydi? Bırakalım da Bilinmeyen Şaheser bu derin tutkuyu bizlere anlatmaya devam etsin.

Şöyle devam ediyor:

Azizene bak, Porbus! İlk bakışta harikulade görünüyor; ama ikinci bakışta tuvalin zeminine yapıştığı,vücudunun etrafında dolaşılamayacağı fark ediliyor. Bu sadece bir yüzü olan bir silüet, dekupe edilmiş bir figür, arkasını dönemeyecek, pozisyon değiştiremeyecek bir görüntü, Ben şu kol ile tablonun arasında boşluk olduğunu hissetmiyorum; espas ve derinlik yok; bunula birlikte, perspektif kusursuz ve göğün renklerinin açılışı tam olarak verilmiş, Gel gelelim, bu kadar övülesi çabalara rağmen, bu güzel bedenin hayatın ılık soluğuyla canlandığına inanmam imkansız. Bu kadar sıkı, yuvarlak bir boğaza dokunsaydım, herhalde mermer kadar soğuk gelirdi elime!

Hayır, dostum, bu fildişi derinin altında kan dolaşmıyor, hayat, şakakların ve göğsün kehribar rengi şeffalığının altında birbirine dolanan damarları ve kas tellerini lâl rengi çiyiyle şişirmiyor. Şurası titreşiyor, ama şurası hareketsiz, hayat ve ölüm her ayrıntıda birbiriyle savaşıyor, Azizen burada bir kadın, şurada bir heykel, daha ötede bir kadavra. Senin yarattığın suret tamamlanmamış. Sevgili eserine ruhunun ancak bir parçasını üfleyebilmişsin, Prometheus’un meşalesi ellerinde defalarca sönmüş ve tanrısal alev tablonun pek çok yerine değmemiş.’’

Bu denli eleştirilerin ardından Porbus Bilinmeyen Şaheser’imizin yaşlı dehasına sorar:

‘’Peki ama neden sevgili üstadım?’’

Bunun üzerine Frenhofer tekrar bir eleştiriyle Porbus’un nasıl bir ikilik içinde kalıp iki ayrı üslubun tek fırçada harmanlanamadığını anlatıyor.

‘’Kendini iki rakip tarzı dehanın ateşidne eritip bütünleştirecek kadar güçlü hissetmiyor idiysen, açık yüreklilikle ya birini ya ötekini seçmeliydin; hayatın şartlarından birini gösterir gibi yapan birliği ancak böyle elde edebilirdin.’’

Az önce bahsettiğimiz durumu Balzac yine önümüze çıkarıyor. Porbus hem Alman ustaların  hem de İtalyan ustaların usta yönlerini almaya çalışmış, Ve sonuç ikisinin ortasında, ikisinden de izler taşıyan, yeni bir şey olmaya yakından çok, uzak ve her iki yolda da usta olmayan tavırlar.

İnsan kendini oluştururken büyük bir dikkat içinde olmalıdır; zira kendini henüz tamamlamaya uzak olan birisi pek çabuk, başkalarının zihninin sarmallarına duvarlar örmesine izin verir.

Yukarıda da bahsettiğim yapılmışlara odaklanma işte burada devreye giriyor. Kişi kendi algısını keşfedemeden benimsemekte olduğu algıların akıntısına kapılıyor, bu kısa vadede bireyi mutlu ediyor, ancak uzun vadede birey içsel bir erozyon yaşadığında içten içe bir kaybolmuşluk yaşıyor.

Kim olduğunu arıyor ancak bulmakta güçlük çekiyor; çünkü aslında henüz var olamadan kendini başkalaştırdı. Bunun arayışına düşen, ve etrafı dogmalarla çevrili birey mutsuz olmaya başlıyor. Mutsuzluğun bir tesiri olarak yeniden kendini en yakın ve en ait hissetiği şeye yoğunlaştırıyor. Bu da bir süre sonra devirdaim eden bir teselli biçimine dönüşüyor. İşte bu süreç bireyin özgünlüğünü yitirmesine neden oluyor.

Ve sanatın temelini bu zinciri kırma çabası oluşturuyor. Başka sentezlerden beslenip, kabuğunu kırıp kendini bulabilmiş olanlar, var olabiliyor.

Diyelim ki siz şiir yazıyorsunuz ve Atilla İlhan’ı çok seviyor, şiirlerini çok okuyorsunuz, kendiniz sürekli bunlarla besliyorsunuz ve artık Atilla İlhan gibi yazıyorsunuz. İşte tepedesiniz, tepeye kadar çıktınız, hayranı olduğunuz o adamın kalemi ve zihni sanki ufak bir mucizeyle, ellerinize nakledilmiş. Artık hepiniz birer Atilal İlhan’sınız. Size hem iyi, hem de kötü bir haberim var. Şimdi, o tepeden aşşağı düşüp çakılacaksınız. Sonra, eğer ki kalkabilirseniz, kendiniz olacak ve sizi ayırt ettirebilen şeyler üreteceksiniz, ha eğer ki kalkamaz iseniz güzel şiirler okumuş biri olarak hayatınıza devam edeceksiniz. Aynısını bir ressam, bir şarkıcı ya da bir şef olarak da düşünebilirsiniz.

Bilinmeyen Şaheser bu konuda bir rehber niteliğinde. Honore De Balzac’ın empati yeteneği takdire şayan.

Üstadın eleştirileri ardından Porbus ‘’ Üstad, ben bu boğazı çıplak modelde iyice incelemiştim oysa; ama bizim talihsizliğimiz doğada, tuvalde verilmesi mümkün olmayan gerçek görsel etkilerin olması.’’

 Üstad Porbusunu sözünü despotça bir el hareketiyle kesiyor,’’ Sanatın görevi doğayı kopya etmek değil, ifade etmektir!’’ diye bağırıyor.

‘’Sen değersiz bir kopyacı değil, bir şairsin! Başka türlü olsaydı bir heykeltıraş bir kadının bedeninin kalıbını çıkarır, yaptığı bütün o işlerden kurtulurdu! Hı! Sevgilinin elinin kalıbını çıkarmayı dene de bir koy önüne bakalım, karşında hiç bir benzerliği olmayan korkunç bir kadavra bulursun, birebir kopyalamadan sana o elin hareketini ve canlılığını verecek heykeltıraşın kalemini aramak zorunda kalırsın. Bize düşen, canlı cansız varlıkların özünü, ruhunu, çehresini kavramaktır. Görsel etkiler! Görsel etkiler! Onlar hayatın kendisi değil, arızalarıdır.’’

Evet Bilinmeyen Şaheser’den yine muhteşem bir alıntı.

‘’Sevgilinin elinin kalıbını çıkarmayı dene de bir koy önüne bakalım, karşında hiç bir benzerliği olmayan korkunç bir kadavra bulursun.’’

Şu cümleyle, sanatçının aslında ne gibi bir önem arz ettiğini ve neden bir kopyacıdan öte olduğunu iyice vurguluyor Honore De Balzac.

Nasıl ki bir şef yemeğin tüm malzemelerini doğru şekilde bir araya getirip yemeğin pişmesini beklemiyor; ona kendinden bir şeyler katıyor ise, nasıl ki çevirmenler kelimelerin anlamlarını bizlere olduğu gibi değil de anlatmak istediği gibi çeviriyorlar ise, Nasıl ki bir şair bir ağacın altında olmayı, bir ağacın altındayım diyerek değil de, o yaprakların kuşkusuz güzelliğinden, süzülen ışık huzmelerinin, geceye nasıl da yakıştığından, yaprakların çıtırtılı seslerinnin, kulaklarda bıraktığı naif mırıltıdan bahsediyor ise. Şüphesiz bir ressam da gördüğü şeyi kopya değil ifade etmeli,

Bilinmeyen Şaheser bu noktada iyi sorgulamalar yaptırıyor. Zira bizi bir fotoğraf makinesinden ayırt eden şey; o, anı olduğu gibi yakalarken sanatçılar anı milsaniyelik bir süreçte olduğu gibi yakalama çabasına girmez, sanatçı daha bütün görür, daha geniş ve kapsamlı düşünür. Bir gün batımı, bir fotoğraf makinesi için deklanşöre basacağınız saniye kadar kısadır. Bir sanatçı için ise saatler sürebilir. İşte sanatçı doğayı bu şekilde yakalamayı hedefler, ve üzerinde yarattığı etkiyi ifade etme çabasına girerse, işte o zaman fırçasının bir deklanşörden farklı olacaktır.

Honore de Balzac, Bilinmeyen Şaheser’de bu durumu çok güzel örneklerle temellendirmiş.

‘’Bir evden çok bir kadına benzeyen bir şey yaptığınız için, amacınıza ulaştığınızı düşünüyor artık figürlerinizi yanına ilk ressamlar gibi currus venustus veya pulcher homo diye açıklamalar yazmak zorunda olmadığınız için böbürleniyor kendinizi harikulade ressamlar sanıyorsunuz.’’

Üstad Frenhofer yine Porbus’e o müthiş eleştirileri yapmaya devam ediyor. Belki de bir çoğumuzun, gördüğünde ağzının açık kalacağı, hata bulmayı bırakın, aramaya cüret dahi edemeyeceğimiz bir resimdir, bu yerden yere vurulan yapıt.

Bilinmeyen Şaheser’in en önemli yanı da aslında bu, bütün dogmaların üstünde hareket eden Frenhofer bu sayede, normal birinde hayranlık uyandıran şeylerin aslında ne denli kusurlu olduğunu aklımıza mıh gibi saplıyor.

Zaten kendisi de ‘’ Sıradan insanlar hayran oluyor, gerçek sanat erbabı gülümsüyor.’’ diyor.

Bu sırada genç Nicolas Poussin’ ihtiyarı içten içe dövmek istiyor, ve resmin aslında kusursuz olduğnu düşünerek bunu dile getiriyor, üstad Frenhofer, eline paleti ve fırçaları alıp resmin başına oturuyor, oraya buraya gelişigüzelmiş gibi görünen fırça darbeleri koyuyor, ancak her fırça darbesinde, zaten yeterince muhteşem olan bu eser yeniden yapılmış ve adeta ışıkla yıkanmış bir resim gibi kendini apaçık belli ediveriyor. Frenhofer o kadar tutkulu ki bunları yaparken adeta gözleri parlıyor.

Ardından şu cümleleri sarf ediyor Bilinmeyen Şaheser’in bilge yaşlısı:

‘’Görüyor musun, küçük, önemli olan sadece son fırça darbesidir, Porbus yüz tane vurmuş, ben sadece bir tane vuruyorum. Alttakiler için kimse bizi kutlamaz. Bunu iyi belle!’’

Honore De Balzac‘dan yine tek bir satır, yine muazzam bir ders.

Ardından Frenhofer’ın evine yemeğe gidiliyor, ve orada Poussin bir tablonun karşısında kilitlenip kalıyor, bu tablo Mabuse’nin hapiste tutulduğu sırada kurtuluşu için yaptığı Adem tablosu. Figür öylesine gerçekçi duruyor ki Poussin ihtiyarın söylediği o karmaşık şeyleri bu tablo karşısında daha çok anlamaya başlıyor.

Ardından Frenhofer’in Hırçın Güzel’i yani Bilinmeyen Şaheser’i hakkında kounşmalar gerçekleşiyor, Frenhofer kendi eserine son kusursuz dokunuşları bir türlü yapamadığını, ve nasıl bir tutkuyla ilahi güzelliği aradığını dile getiriyor. Ustası Mabuse’in canlılığı miras bıraktığı bu adam Mabuse’un yol arkadaşı, dostu, ve öğrencisiydi.

Mabuse’ dan şöyle bahsedilir. Bir gün Şarlken’in huzuruna çıkarken giyeceği çiçekli damaskoyu satıp parasını içkiye yatırmış, sonra da ustasına damasko gibi boyadığı kağıttan bir giysiyle eşlik etmiş. İşte bu gerçekçiliğini miras bırakmış Frenhofer’a

‘’Ressamlar, tefekküre ancak elinde fırça varken dalmalıdır.’’ diyor Bilinmeyen Şaheser’de Balzac, Frenhofer’in ağzından.

Bunların ardından Frenhofer’in kusursuz bir güzellik arayışında olduğunu anlayan Poussin, bunu sevgilisi Gilette ile paylaşır. İhtiyarın Hırçın Güzeli’ni görmeleri karşılığından Poussin’in kusursuz sevgilisi Gilette kendisini Frenhofer’a göstermeyi kabul eder. Ancak bu süreç Poussin ve Gilette açısından zorlu geçer. Gilette, bunu hem yapmak ister hem istemez, Aynı zamanda Poussin bir an ressam, bir an aşık gibi davranır. Ama en nihayetinde sanatın bu derin sırrına vakıf olmak üzere Gilette büyük bir fedakarlık yapar.

Nihayet Porbus ve Poussin Bilinmeyen Şaheser’i görecekler ve sanatın içindeki hayatın sırrına erişeceklerdi. Gilette içeri girip bedenini Frenhofer’ın Bilinmeyen Şaheser’i ile karşılaştrıması için ona sundu, Bu sırada kapıda olan Poussin ve Porbus’u içeri çağıran Frenhofer, ‘’Girin, girin. Eserim kusursuz, kimse ona rakip olamayacak.’’ dedi.

İçeri giren Porbus ve Poussin etrafta koştular, duvarlarda asılı tablolar gördüler. İlk önce doğal büyüklükte, yarı çıplak bir kadın figürünün önünde durup hayran hayran baktılar. Ancak Frenhofer ‘’ Onunla vakit geçirmeyin, bir duruşu etüt etmek için karaladığım bir tuvaldir, bir değeri yoktur.’’ der Sonra duvardaki diğer hayran olunası resimler için de ‘’Bunlar da yanlışlarım.’’ der. Poussin ve Porbus böyle büyük eserlerin küçümsenmesine karşın çok şaşırmışlardır ve görmek için geldiklier portreyi aramaya başlarla.

İhtiyar ‘’Işte, burada.’’ der ve eserine methiyeler dizmeye başlar.

Ancak ortada birsürü çizginin içine toplanmış karmakarışık renklerden başka bir şey yoktur. Tam o sırada Porbus ‘’ Yanılıyoruz. Şunu görüyor musunuz?’’ der.

Tuvalin köşesinde çıplak bir ayağın ucu görünür. Ama ne ayak! Canlı bir ayaktır adeta. Bu küçük parça karşısında hayranlıkla donakalırlar. Ardından ise aralarında bazı konuşmalar geçer. Alay edildiğini fark eden Frenhofer, hepsini kapı dışarı eder. Bilinmeyen Şaheser’ini on yıldır gözlerden saklamış ve onunla adeta yaşayan ihtiyarın gördüğü bambaşka bir şeydir.

‘’Bir kadının karşısındasınız, ama siz bir tablo arıyorsunuz.’’

Onları kapıdan çıkarırken ‘’Elveda, küçük dostlarım.’’ der Frenhofer. Bu söz iki ressamın da kanını dondurur.

Ertesi gün meraklanıp ziyarete gelen Porbus bir de ne görsün! Yaşlı adam gece bütün tuvallerini yakmış ve ardından ölmüştür.

Hırçın Güzel’ini bu denli kıskanan, gözlerden sakınan, Frenhofer’in ‘’ Son nefesimde Hırçın Güzel’imi yakacak gücü bulacağım, ama onu bir erkeğin, bir delikanlının, bir ressamın bakışlarına katlanmaya mecbur etmek? Hayır, hayır!’’ diyerek yalnızca boyadığı değil yaşadığı bir tabloydu.

Peki Frenhofer, anlaşılamayan bir bilgelikte miydi? Yoksa, heykeline aşık olan Pygmalion gibi işine olan tutkusunu farklı bir boyuta taşıyıp, bir saplantı haline mi getirmişti? Sanırım buna okurun karar vereceği bir noktadayız. Zira ressamların hayranlıkla bakakaldığı tablolar için onlar benim yanlışlarım diyen bu adam, belli ki Bilinmeyen Şaheser’de çok daha farklı anlamlar aramış.

Belki de onun ifade ediş şekli ile bir kadının kaçarken geride bıraktığı ayak izi gibi küçük bir andır kusursuzluk.

Belki de hiç görülmemiş ve görülemeyecek olan bu kadının yalnızca kusursuz ayağının görünmesi, bütünün ne denli kusursuz olacağını hayal dünyamızın da imkanlarından faydalanarak, daha da kusursuz bir hale getirmiş olabilir.

Erotik bir havaya büründürdüğü bu küçük görüntünün büyük kayboluşu belki de anlatmak istediği şeyin en iyi ifadesiydi.

”Frenhofer, onu tanıyan her sanatçının benliğinin bir parçası haline gelmiştir.” Arthur C. Danto

Bu dahiyane kitap için Honore De Balzac‘a teşekkür ediyor, henüz okumadıysanız ısrarla okumanızı tavsiye ediyorum.

Eser AdıBilinmeyen Şaheser / Gizli Başyapıt
Le Chef-d’œuvre inconnu
Yazar adıHonore De Balzac
Sayfa Sayısı111
Basım Yılı1831
ÇevirmenRenan Akman
ÖnsözDeborah A. Harter
SonsözEric Gans

Soru ve önerileriniz için benimle iletişime geçebilirsiniz.

Hüseyin Babacan

Paylaş
2 Yorumlar
  1. Hülya yayla tosun Eylül 1, 2020 Yanıtla
  2. Hüseyin Babacan Eylül 13, 2020 Yanıtla

Düşüncelerini paylaş

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir